NECDET SAKAOĞLU
Kestogan, Odur ve Divriği kalelerindeki bulgular ışığında kentin ve mevkiin tarihi Urartulara (MÖ.9.-7 yy ) bağlanıyor. Her üç kaledeki kaya yapıları bunun kanıtıdır. O dönemdeki adı saptanabilmiş değildir. Kanyonlarla parçalanan genç dağlar arasında kapalı, yayla ve ovaları bitek bu yöreye, Arap coğrafyacıların en erken 8. yüzyılda verdikleri adsa “Fırat’ın kaynağı” anlamında el-Abriq’tir. Roma kaynaklarında geçen ve eski haritalarda okunan Nicopolis daha kuzeydoğudadır.
Bizans dönemindeki Tephrike ve bugünkü “Divrigi” el-Abriq köküne dayanır. Kent, 9. ve 10. yüzyıllarda Bizans’ın doğu sınırında önemli bir garnizondu. yüzyıl kadar da asi Paulikanlara merkezlik etti. Bayındır bir yerleşim “mamure” olarak uygarlık coğrafyasına katılışı 1080’e doğru Mengücek Gazi’nin kaleyi alışından sonra; Anadolu’daki ilk Türk beyliklerinden Mengücekoğulları’nın bir koluna merkezlik etmesi ise 12.- 13. yüzyıllardadır.
En geniş biçimiyle Erzincan, Kemah, Şebinkarahisar, Divriği, Çemişkezek topraklarını egemenlik sınırlarına alan Mengücek hanedanının Divriği Kolu, Mengücek Gazi’nin oğlu İshak’tan sonraki paylaşımda I. Süleyman’la 1150’lerde başlamış; şah ve melik sanını taşıyan egemenleri babadan oğla 6 beyle temsil edilmiş, 1270’lerde kapanmıştır. Soy atası Mengücek Gazi ile oğlu İshak’ın, Anadolu gazalarına katılmalarına; Erzincan meliklerinin askeri siyasi faaliyetlerine karşılık; Divriği meliklerinden dönemin kaynakları söz etmez. Adları ve yaklaşık beylik süreleri, yaptırdıkları eserlerin yazıtlardan öğrenilebilmektedir.
Havza olanaklarından ve demir cevheri üretiminden sağladıkları serveti, küçük ülkelerinin bayındırlığına harcayan Divriği beylerinin sonuncusu Melik Müeyyed Salih’in, Abaka Han’ın 1277’deki Divriği baskınında öldürüldüğü sanılıyor. Kent, Salih’ten sonra daha bir yüzyılı, Asya Türk soylusu hanedanın, “Sitti” ve “Tâcülmülk” sanını taşıyan saygın kadınlarının onursal koruyuculuğunda geçirmiştir.
Divriği’nin tarihteki kalkınışı, hatta parlayışı Mengücekoğulları’nın 1150’lerden 1250’lere uzanan yüzyıllık evresindedir. Kentin tarihsel kimliğini temsil eden kale, iki cami, kümbetler, dârüşşifa, bedesten, köprüler, su tesisi ve hamamlarla çevredeki kervansaraylar çoğunca bu yüzyılda inşa edilmiştir. Selçuklu kentleri Konya, Aksaray, Niğde, Kayseri ve Sivas’a oranla küçük çapta, anayolların da uzağında kalan Divriği, çağın kültür ve sanat düzeyini yansıtma yarışında adı geçen kentlerden geri kalmayışını, dahası Anadolu Türk uygarlığının baş eserine sahip oluşunu Mengücek beylerine borçludur.
Adı geçenlerin zengin demir madenlerinden ve vergilerden edindikleri serveti, biricik kentleri Divriği’nin bayındırlığına harcamaları, 13. Yüzyılda parlayan Konya, Kayseri, Sivas gibi büyük kentlerine oranla Divriği’nin, çağın kültür ve sanat düzeyini daha yüksek düzeyde ve özgün bir mimari donanıma kavuşmasındaki etken olmuştur.
Mengücekoğulları’nın kısa tarihi
Anadolu’daki Türk aydınlanmasının doruk evresi Selçuklu sultanları İzzeddin Keykâvus (1212- 1220 ile kardeşi Alâeddin Keykubad (1220- 1237) saltanatlarında yaşanmıştı. Bu olağanüstü dönemin bayındırlık, gönenç atılımlarının tanıkları, Erzurum, Divriği, Sivas, Tokat, Amasya, Kayseri, Niğde, Karaman, Konya, Aksaray, Beyşehir, Alanya ve başka kentleri donatan kaleler, camiler, sağlık yurtları, kümbetler, kervansaraylardır.
Çoğunu kimlerin yaptırdığı bilinse de “Alâeddin Keykubad zamanından kalma” deyimi hepsi için geçerli bir halk tanımlamasıdır. Bu yakıştırma, Anadolu’da tarihsel Türk bayındırlığının Keykubadlı yıllarda yaşandığı anlamındadır. O çağdaki sanat - mimarlık anlayış ve arayışının başyapıtını Divriği’de yücelten Mengücek bireylerinin de Keykubad’la çağdaş oluşu da ilginç bir rastlantıdır.
Mengücekoğulları; Danişmendli, Saltuklu, Artuklu beylikleri gibi Orta Asya kökenli, Selçuklu Sultanlığına bağlı ilk Türk-Müslüman hanedanlardandı. Siyasal varlıklarının 11.Yüzyılın sonlarından 13. Yüzyıl ortalarına kadar sürekliliğine karşın tarih sayfalarında tutabildikleri egemenlik dönemi ve siyasal varlık, bıraktıkları eserlerle kıyaslanamayacak kadar boyutsuzdur. Yukarı Fırat havzasındaki yurtlarının Erzincan, Şebinkarahisar, Kemah, Divriği sınırlarını aşmadığını izlerinin ve anılarının bu yöredeki yoğunluğu gösteriyor. 1170’e doğru Erzincan ve Divriği kollarına ayrılan aileden, adları öne çıkan “şah” ve “melik” sanlı egemenler sayılıdır.
Çağdaş kaynaklarda ve yazıtlarda “Âl-i Mengücek” (Mengücekoğulları) adıyla anılan hanedanın ve kollarının Yukarı Fırat/ Karasu havzasında, 11.yy sonlarında başlayan siyasal tarihleri, en geç 13. yy ikinci yarısında kapanmıştı. Anadolu Türk uygarlığına kazandırdıkları sanatsal- kültürel eserlerin günümüze ulaşanlarının en görkemlileri Divriği’de, diğer birkaçı da Kemah ve Kırşehri’nde görülebiliyor.
Dış dünyaya kapalı dar bir coğrafyada yaklaşık iki yüzyıl tutunan Divriği Mengücekoğulları’nın şaşırtıcı gizemi, evrensel uygarlığa bıraktıkları anıt eserlere karşın siyasal tarih sayfalarındaki yitikliktir. Tarihin bu sürprizinin ikinci bir örneği de yoktur. Bu nedenle onların, Divriği’de yücelttikleri şaheserlere hayranlık duyanların: “-Mengücekler kimdi?..” sorusuna tatmin edici bir yanıt bulmaları gerçekten zordur.
Kurucu ata Emir Mengücek Gazi’nin, Selçuklu Sultanı Alp Arslan’ın komutanları arasında Malazgirt Muharebesine (1071) katıldığı konusunda kaynaklar yeterince açık değilse de muharebeden sonra Yukarı Fırat Havzasının kendisine yurt verilmesi bunu doğruluyor.
Türbesi Kemah’ta olan Mengücek Gazi’den (öl. 1118?) sonra oğlu Emir İshak’ın, bölgesel çatışmalara katıldığını kronikler haber veriyor. Bu baba oğlun karıştırılan yaşamlarının yarı destansı bir anlatı çağrıştırır. Kaynaklardan, İshak’ın ölümünden (1142?) sonra oğullarının bir paylaşım gerçekleştirdikleri; Davud’un (öl. 1151) Erzincan ve Kemah’ta, Süleyman’ın Divriği’de, Selçuklu sultanlarının buyruğu altında kendi küçük hükümetlerini kurdukları öğreniliyor.
Erzincan, Kemah, Köğonya (Şebinkarahisar) topraklarına egemen Davud’un oğlu Melik Gazi Fahreddin Behramşah (1162- 1225), Mengücekoğulları’nın en ünlüsüdür. 60 yılı aşkın melikliğinin parlak evrelerinde -ülkesinin küçüklüğüne karşın-, Ortadoğu Türk - İslâm dünyasının ulu ve saygın bir hükümdarı görünebilmeyi başarmıştır. Behram’ın bu şansı yakalamasında, Selçuklu sultanı II. Kılıç Arslan’a (1155- 1192) damat oluşunun; adı geçen sultanın torunu Sultan İzzettin Keykâvus’u (1211- 1220) damat edinişinin katkıları vardı kuşkusuz. Çağdaş egemenler arasında ondan daha uzun süre meliklik eden de yoktur.
Genceli Nizamî’nin kendisine ithaf ettiği Mahzen-i Esrar adlı Farsça manzum yapıtında Behram Şah: “Altı bucağın, yedi feleğin padişahı, dokuz dairenin merkezi, şahların başbuğu, sonsuz bilgisiyle cihanın en ünlüsü, savaş günlerinin kahramanı, insanlık mayasının şerefi, dünya gözünün ışığı, sultanların sığınağı, şahlara taç veren, sultanları tahta oturtan” hükümdar olarak tanıtılıyor! Belh’ten Anadolu’ya göçen Mevlâna ailesinin çaldıkları ilk kapı da Behram’ın Erzincan’daki sarayı olmuş; Bahaüddin Veled ve ailesi bir süre Erzincan Akşehri’nde oturmuşlar.
Behram Şah’ın ölümünden sonra bir bölüşüm daha yaşanmışsa da oğulları Melik Alâeddin (II.) Davud Şah’ın (1225- 1228), Kemah ve Erzincan’da, Melik Muzafferüddin Mehmed’in (1225- 1228) Köğonya’da egemenlikleri uzun sürmemiş; Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubad bu ikisini topraklarını ilhak ederek bu iki meliki sürgüne göndermiş. Davud Şah kalan yaşamını Ilgın’da, Muzafferüddün Mehmed Kırşehri’de geçirmişler. Kırşehir’de türbe ve medrese yaptıran Muzafferüddin; bir kızını, Selçuklu sultanı II. Gıyaseddin Keyhüsrev’le (1237- 1246) evlendirmiş.
Behram Şah’ın kızlarından biri Sultan İzedddin Keykâvus’la, diğeri Erzurum Meliki Tuğrul ile evlenirkek üçüncüsü Melike Turan Melek, Divriği’de yaptırdığı, kendi adıyla babasının anlı şanlı kimliğini somutlaştıran, kuzeni Ahmed Şah’ın camiine bitişik darüşşifasıyla karşımıza çıkıyor.
Divriği’deki bu ortak Mengücek eseri, günümüzde, dünyanın ve Ortadoğu’nun en görkemli mimarlık ve yontu anıtları arasında ilk sıradadır ve Anadolu’nun aydınlanma çağını simgeler. Bu başyapıtın benzerini veya daha sanatlısını, Anadolu sultanları Keykâvusların, Keykubadların, Konya’da Kayseri’de Sivas’ta yaptıramayışları; bu ayrıcalığı, egemenlik alanı Divriği kentiyle çevresinden ibaret bir Mengücek “meliki” ile ona ortaklık eden kuzeni bir “melike”ye bırakışları için tarihin olağandışılığı demek uygun düşüyor.
Mengüceklerden Sonra
Divriği’de, 14. yüzyılda daha yerel bir hanedan olan Şuhrîlerin;15. yüzyılda Mısır Memlûk Sultanlığının; Yavuz Sultan Selim’in sevk ettiği güçlerin bölgeyi almasından (1516) sonra da Osmanlı Devletinin egemenliği var. Bu son evrede Sivas Vilayeti’nin Gürün, Darende ve Ayvalı kazalarını kapsayan bir sancakbeyliği merkezi olarak örgütlenen Divriği, bu konumunu 19. yy ortalarına değin korur.
Tanzimat dönemindeki mahalli idareler örgütlenmesinde yine Sivas’a bağlı kaymakamlık merkezi; Cumhuriyet döneminde de tarihsel dokusu ve kültürel birikimiyle Türkiye’nin küçük ama önde gelen kültür kentlerinden olagelmiştir Divriği.
Kent, diğer Türk-İslam kentlerine koşut Kale - Şehir- Bağlar düzenindeki yaşamını 800 yıl sürdürdükten sonra, 20. Yüzyılın ortalarına doğru dünyada ve Türkiye’de yaşanan hızlı değişim sürecinden etkilense de yaşama geleneklerini özellikle yüzlerce yıl öncesine dayanan sivil mimari geleneklerini koruyabilmiştir. Buna karşılık Türk Beylikleri - Selçuklu Devleti dünyasının bu kapalı havzasından günümüze ulaşan kitabî ve şifahi bilgiler yetersizdir.
Başlıca Tarih Eserleri
Mengücek Kalesi
Mimarlık tarihi, kaleler için diğer yapıtlarından farklı bir yazgıyı, sayısız örnekle kanıtlıyor: Geçmiş zamanların bütün savunma yapıları, yani kaleler, surlar, istihkâmlar… Yıkıcı güçlere karşı inşa edilmişti. Yani onlar, yıkım hedefi, yazgıları yıkılmak olan yapılardı! Kuşatmalar dönemi kapandıktan sonraysa bu tahrip ve tarih yorgunu yapılar, sahipsiz taş ocakları, define alanları oldu.
Yazgının bu ikinci evresi, 19. yüzyılda, daha acımasız bir yok etme kampanyasına dönüştü: Anlı şanlı vezir valiler, kale taşlarından vilayet konakları, mektepler, hastaneler, köprüler yaptırma yarışı başlattılar. Bu kampanyaya demiryolu yapıcıları, taş üst temel üzerine ahşap evler konaklar konduran kentliler de katıldılar. Sivas’taki görkemli hükümet konağını Vali Halil Rıfat Paşanın (1882- 1885) kayalardan taş kestirip yaptırdığı sanmamalı. Moğol tehlikesine karşı Keykâvus- Keykubad kardeşlerin inşa ettirdiği kent surlarının bir bölümünü söktürmüştü!
Türkiye’de hem yönetimlerin, hem sanat çevrelerinin 20. Yüzyılın ilk yarısında bile, Anadolu’daki harap kalelere, mimarlık ve sanat tarihi açısından tescile değer eserler gözüyle bakmadıklarını; doğal çöküşlere koşut, taş ocağı gibi kullanma alışkanlığının daha uzun yıllar sürdüğünü de hatırlatalım.
Şu halde, bir zamanlar saldırılara karşı kent güvenliğinin siperi olan surlar, iç kaleler, hisarlar; yetmedi, antik kentler, kervansaraylar, hanlar hamamlar, hatta saraylar, gün gelmiş birer taş ocağı olmuş. Bugün görebildiklerimiz, uzun ve insafsız bir yıkım sürecinden artakalan harabelerdir. Hepten yok edilenleri seyahatnamelerden, anılardan ve gravürlerinden tanıyoruz.
Divriği kalesi Fırat’ın kollarından Çaltı suyunun güney yakasındaki uçuruma inşa edilmiş. Karşı yakadaki yalçın tepedeki şato esintili Kestogan Kalesinde Urartu izleri ve Bizans surları var. Çağlar boyu birbirine bakan bu iki kale için uydurulmuş bir de “aşk” içerikli halk efsanesi anlatılır. İki kale de bugün hüzünlü birer harabe görüntüsündedir.
12. ve 13. yüzyıllarda inşa edilen Divriği, Kemah, Harput, Eğil, Şebinkarahisar, Niksar kalelerinin, aynı dönemde İngiltere’de örnekleri görülen Norman üslubu kalelere benzeyişlerini açıklamak zor. 1830’larda Divriği’ye uğrayan İngiliz Ainsworth bu benzerliğe değinmeyerek “Surlar iki sıralı, Sarasenic (Arap-İslam) karakterinde, batı Asya’da görülen bu tarz kalelerin en mükemmellerindendir” diyor. (1) 1890’larda gelen W. Yorke ise “Tepedeki ilk duvarları, Paulikianların inşa ettiği” tahmininde bulunmuş. (2)
Mengücek Kalesi, Divriği’deki muhteşem Ahmed Şah-Melike Turan Melek külliyesini görmeye gelen yerli yabancı her yabancının dikkatini çekmiştir çekecektir.
Tepedeki cami, sanat tarihi kitaplarındaki adıyla, Kale veya Hisar Camii, bir tapınak temeline oturmuştur. Önünde, bir temenosun izleri, taşa oyulmuş kurban çukuru; kalenin çevresinde ve altında da doğal- oyma mağaralar vardır. Burayı bir tutunma noktası ve kutsal tepe seçen ilk sakinler, belki de taş çağı insanlarıydı. Bu zaman derinliği tamamen karanlıktır.
Emevi ve Abbasi ordularına karşı burada ilk kaleyi 8. 9. yüzyıllarda Bizans ustaları yapmış olmalılar. Burayı bir üssü’l-hareke edinerek Bizans ordularına kök söktüren cengâver dualist Paulicienlerin izleri nelerdir? Sorusuna bu alanda çalışmış bir uzman yanıt verebilir.
Kale, Mengücekoğulları’nın şah ve melik unvanlı egemenleri tarafından 1151- 1252 yüzyılında, üç inşaat kampanyasında tamamlanmış, Anadolu’nun özgün Türk kalelerindendir. Ana surları, yapıldığı 1230’lardan günümüze kadar, bir kapısının örülüp kapatılması dışında tadilat ve onarım görmemiş, kuşatma, yıkma olayları yaşamamış; buna karşılık doğanın ve insanoğlunun tahribine uğramış. Yaptıranlar, biricik ülkeleri ve payitahtları Divriği’den ibaret olan Mengücek melikleri Süleyman Şah, Şahin Şah, Ahmed Şah, Salih; tasarımcısı, kale ve şehir surları yapımı kampanyası başlatan Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubad, ustaları da Ulucami’yi yapan mimarlar olarak tahmin edilebilir.
Caminin batı eteğindeki sur parçaları da aynı sırada yapılan ilk hisarın izleridir.
Burada daha geniş ve korunaklı bir kale yapma girişimi, Cengiz Han’ın 1220’lerde İran ve Azerbaycan’dan sonra Anadolu’yu da tehdit etmesiyle açıklanabilir. Bu tehdide ve Celâleddin Harezmşah’ın saldırısına karşı, Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad (1219- 1237) Konya’dan, Doğu sınırına kadar önemli kentleri surlar yaptırarak korumaya aldırırken Divriği gibi ikincil ve ara kentlerde de yerel egemenleri kale - sur yapımlarına teşvik etmişti.Divriği Kalesi bu kampanyanın bir eseridir.
O sırada Ahlatlı, Meragalı,Tiflisli sanatkârlara ünlü külliyesini yaptıran Mengücek meliki Ahmed Şah (1228?- 1252?) da bu kampanyaya katılır. Olasılıkla aynı ustalara, dostu Sultan Keykubad’ın önerisi ve desteği doğrultusunda yeni kaleyi inşa ettirir. Bu imar sever melik, o günün âdetlerince surlara koruyucu öğeler olarak kabartma hayvan figürleri; kente açılan kapıların alınlıklarına da “âlim ve âdil melik ebu’l-muzaffer Ahmed Şah bin Süleyman Şah” adını içeren, biri Hicrî 634 (1237) diğeri 650 (1242) tarihli iki yazıt koydurtmuştur.
Oğlu ve ardılı Melik Müeyyed Sâlih (1252?-1277?) surların doğu kanadını yaptırırken melikliğinin şanından olmak üzere görkemli seyir kulesi ahmedeki yaptırtarak taraça konsollarına aslan kaplan yontularını ve Arapça “Mengücekoğullarının tâcı, âlim ve âdil melik ebu’l-müeyyed Sâlih bin Ahmed Şah” künyesini içeren, 1Şaban 650 (7 Ekim 1252) tarihli yazıt taşını koydurtmuştur.
Ahmed Şah’ın yazıtları yakın zamanlarda sökülüp yok edilmişken Melik Salih’inki halen yerindedir. Selçuklu kalelerinde ahmedek ve yoğunburç adlarıyla karşımıza çıkan şeref/seyir burçları, bu kalede Arslanburç’tur ve türünün en görkemli, en özgün örneğidir. Bugün yapılmış gibi sağlamdır. Konsollarındaki bir çift hayvan heykeli kısmen kırılmış; kale bedenlerindeki hayvan kabartmalarından teki de bulunduğu yerde devrilmiş olarak yerlerindedir.
Baba- oğul Ahmed Şah ve Melik Salih, 15 yılda tamamlanan bu müstahkem kale sayesinde Divriği’deki egemenliklerinin kuşaktan kuşağa devam edeceğinden herhalde emindiler. Bir sarayları kalede, Arslanburç’un altındaydı. Bu sarayın kalıntıları denebilecek yıkılmış tonozlu iki mekânı ve yer altı geçidi olarak kullanılan bir mağara görülebiliyor. Mengücek şahlarının diğer sarayları varoşta; olasılıkla Bahçe Mahallesi denen yerdeydi. Ünlü cami ve darüşşifa, bedesten ve çarşı, medreseler, hamam ve çeşmeler, meliklerin haciplerin kümbetleri, kalenin eteğindeki düzlükteydi.
Kalenin yapılışından, Divriği’nin şenlenmesinden 25 yıl sonra 1277’de, kalabalık süvari ordusuyla Erzincan- Divriği kestirme yolundan Elbistan’a gitmekte olan Abaka Han, kaleden inip silahlı olarak huzuruna çıkmak küstahlığında (!) bulunan kişiyi –ki bu, ya Melik Salih ya ardılı adını bilmediğimiz son melikti.- idam ettirdiği gibi kalenin de yıkılmasını emretmiş. Ancak oyalanmayıp yoluna devam ettiğinden bu buyruğu yerine getirilmemiş.
Kalenin boyut ve nitelikleri
1967’de elverişsiz koşullarda çizebildiğimiz kroki ve yaptığımız ölçümlere göre, üç tarafı uçurum, batısı dik yamaç, dikdörtgen- oval biçimli kalenin dış surları yaklaşık 1 km.yi bulmaktadır. Kuzey-güney ekseni 400, doğu batı ekseni 200 m kadardır. Kente bakan güneybatı ve batı, surları, bugün ortalama 10 m yükseklik gösterir. Bayındır dönemde barbakan seviyesine kadar birkaç metre daha yüksekti. Arslanburç’un eteğindeki daha özenli yüksek beden ve kule burçlar 15 m ye yakındır..
Surların örgü taşları için kalenin güneyinde açılan taş ocağı tıraşlanarak bu kesim doğal sur durumuna getirilmiştir. Ortalama 45x80x40 cm boyutlu, perdahlı - pahlı, kırmızımtırak, sarımsı ve kirli beyaz blok taşlarla örülen, çokgen, silindir, üçgen payanda burçlarla berkitilen bedenler, temel kayaların eğimine koşut diyagonal bir çizgi izler. Doğuda, Çaltı vadisine inen uçurum kesimi moloz duvarlarla emniyete alınmıştır.
Kaledeki biricik yapı Süleyman Şah Camiinin doğu köşesindeki iki boy penceresi, sözü edilen baş döndürücü uçuruma ve Kestoğan kalesine, çağıltılı Çaltı kanyonuna bakar. Kuzey-güney doğrultusunda düz bir iz gösteren alçak iç kale yaklaşık 400 m uzunluğunda ve büyük ölçüde yıkılmıştır. Arslanburç’a bağlı oval bir burcu ile alçak bedenin bir bölümü kısmen sağlamdır.
Kalenin, yan burçlarla savunmaya alınmış iki kapısından biri güneydoğu köşede, Ulucamiye inen yolun başındadır. Bu kapı, olasılıkla kaledeki sarayın da girişi dolayısıyla törensel işlevliydi. Babası II. Süleyman, büyükbabası Şahin Şah gibi Ahmed Şah ve bunun oğlu Melik Salih, camiye ve şehre bu kapıdan iniyor; diğer Türk İslâm payitahtlarındaki gibi bu kapı önünde törenler düzenleniyor, meliklik nöbeti (mehter) çalınıyordu. Bu geleneğin bir hatırası olarak Ramazanlarda, ikindi üzeri ve sahur vakti, bir davul zurna ekibinin kale yamacında fasıl geçmesi -başka şehirlerde de görüldüğü üzere- zamanımıza kadar yaşatılmıştır. Bu kapı geçen yüzyıllarda moloz dolguyla kapatılmış; basık kemer alınlığındaki, 1910’da Halil Edhem Bey tarafından yerinde stampajı alınan kitabe, sonraki bir tarihte yok edilmiştir.
Bugün bir kemeri görülebilen ikinci kapı batıya bakar. Biri oval, diğeri üçgen iki burçla savunmaya alınan kapının, alt kör kemeri, kapı lentosu ve kitabesi 1940’larda tahrip edilmiştir. Kapı kemerinin önündeki yığıntıda, örgü taşları ve belki kitabesi kapı çıkabilir.
Çıkışta sağda kalan üçgen burcun kapıya bakan cephesine, Memlûklerin 15. yüzyılda Divriği’deki egemenliklerini belgeleyen 29 Mart 1450 (H. 14 Safer 854) tarihli bir yazılı taş yerleştirilmiştir. Bu Arapça yazıtta, Sultan Çakmak’ın, Divriği’ye atadığı naibü’s-saltana Ebubekir’in buyruklarının kentte ve bağlı yerleşimlerde uygulanacağı; şer’i hukuka aykırı kuralların da kaldırıldığı yazılıdır.
Surların kuzeybatıya kıvrılan devamı, Kuşun Kayası denen ve eski çağlarda insan eliyle biçimlendirildiği belirgin kaya kitlesine bağlanmıştır. Burada oyma bir mağara ve iki mezar odası; kuzeyde Çaltı ırmağına bakan dik burunun aşağısında, kaleye çıkan kaya tünelini perdeleyen, halkın Parmaklık dediği tek bir duvar; daha aşağıda da kaleden ırmağa inen suyolunun kemerli çıkışı vardır. Bu kemerli kapı, Kırkayakçak denen kaya basamaklarına bağlı dehlizin girişi olmalıdır.
Kalenin muhtelif yerlerindeki curuf ve medafin denen oyma mağaraların en büyüğü Arslanburç’un altındaki Yerdamı olup bugün kaleye buradan geçilmektedir. Eskiden kalede oturanlar burayı kiler gibi kullanırlarmış.
Doruktaki sarnıçtan ayrıca, Ahmed Şah’ın tesis ettiği Ahmetşah Su şebekesinden de kaledeki iki çeşmeye su verildiği; çeşmeler zamanla körelince Kale mahallesi sakinlerinin evlerini söküp kente taşındıkları belgelenmektedir. Örneğin, kale dizdarı Osman Ağa’nın 1781de Divriği Kadısına başvurusunda “sahibü’l-hayrat merhum Süleyman Ağa’nın konvan ile kaleye icra eylediği suyollarının, mütevellinin gereken bakım ve onarımları yaptırmaması yüzünden işlemez olduğu” okunmaktadır (3)
Anadolu’nun tek ahmedeki: Arslanburç
Sultanlık, meliklik payitahtı Selçuklu dönemi kentlerinde, ahmedek ve yoğunburç adlarıyla anılan şeref ve seyir kulelerinin en muhteşem örneği, Divriği Mengücek kalesindeki Arslanburç’tur. İşlevine çok uygun hâkim bir noktaya inşa edilen bu anıt burçla, Diyarbakır surlarındaki Fahreddin Kılıçarslan burcu dışında, Anadolu kalelerinde üçüncü bir özgün ahmedek acaba var mıdır? Arslanburç, Selçuklu çağını simgeleyen yegâne ahmedektir. Bu açıda, son derece dikkatli çalışmalarla korumaya alınması gerekmektedir.
Arslanburç şeref kulesi, Müslüman sanatçıların yontu yapmaktan kaçındıkları savını bozar. Anadolu’da Hitit çağından itibaren, koruyucu örgeler olmak üzere saray kapılarına, tapınaklara aslan kaplan yontuları konulmuştur. Buradaki yontular aynı geleneğin Selçuklu çağında da devam ettiğini kanıtlıyor. Mengücek şahlarının, Arslanbuç’u ve surları, koruyucu örge ve yontularla donattıkları açık. Yazık ki bunlardan bir ayı ya da kaplan kabartması surun üstündeki yerinden sökülüp yatırılmış; Arslanburç’taki aslan yontuları da parçalanmaya çalışılmıştır. Kale bedenlerindeki diğer yontular arkeolojik kazılarda ortaya çıkabilir.
Burçtaki kitabeyi, zamanımızdan yüz yıl önce Halil Edhem Bey ve Van Berchem, alçıyla alınan estampajından okumuşlardır. Arapça yazıtın Türkçesi şudur: “Bu burcun yapılmasını, âlim ve âdil melik, devletin ve dinin keskin kılıcı, İslamın ve Müslümanların şereflisi, Mengücekoğulları’nın tâcı, Şahin Şah oğlu, Süleyman Şah oğlu, Ahmed Şâh’ın oğlu Melik Sâlih buyurdu. O, Halifenin yardımcısıdır. 1 Şaban 650 (7 Ekim 1252)”.
Mengücek Kalesinde zaman
1277’de Mengücekoğulları’nın kapanışından, Divriği’nin Osmanlı sınırlarına katıldığı 1516 yılına değin Divriği Kalesinde, yerli Şehrî ailesinden emirlerin; Bozdoğanoğulları /Akkoyunlu Türkmen hanedanının atası Tur Ali Bey ve oğlu Kutluğ Beğ’in, Kutluğ’un oğlu Kara Yülük Osman Bey’in (ö. 1403) tutunuşları, sığınışları söz konusu. İstiklâl arayışlarını burada başlatmışlar. 1380’de Divriği Kalesinde üslenen Kara Yülük Osman Bey, 1399’da buradan hareketle Karabel muharebesinde (1399) Sivas Sultanı Kadı Burhaneddin’i yenip öldürdükten sonra Divriği Kalesine dönmüş.
15. Yüzyılın ortalarına doğru Mısır Memlûk Sultanlarının kuzeydeki ileri karakolları Divriği kalesiydi. 1450’de naip (vali) atanan Ebu Bekr, Sultan Çakmak’ın, yürürlükten kaldırılan bir yasaya ilişkin fermanını, o zamanların âdetince girip çıkanlar okusunlar diye taşa yazdırıp kale kapısının yan burcuna yerleştirmişti. Yine bir Memlûk naibü’s-saltanası olan Mamay Bey, 1480’lerde Osmanlı, Safevi, Memlûk yönetimleri arasındaki istihbarat faaliyetlerini bu kaleden izlemeye çalışıyor, yakalattığı casusları da burada hapsediyordu.
Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim, Mısır seferine çıkmazdan önce, Memlûklerin ileri karakolları Kemah ve Divriği kalelerini birliklere zapt ettirmiş; Divriği Kalesinin fethi haberi padişaha 15 Şaban 921 (24 Eylül 1515)’te Edirne de ulaşmıştı. Kente ve kaleye yeni bir nizam verildi. Divriği sancak merkezi oldu. Kaleye dizdar, kethüda atandı; yerlikulu denen ocağa kayıtlı muhafız yeniçeriler görevlendirildi.
Kalenin Osmanlılara geçişinden elli yıl sonra 1565’te, yakın geleceğin ünlü Celâlî başbuğu olacak subaşı Karayazıcı Abdülhalim ve yandaşları bu kalede hapistiler.
1611’de Divriği Sancakbeyi ile kale dizdarı Nu’man’ın İstanbul’a ulaşan şikâyetlerinde sefere gitmeyip Celâli olan Recep’in avaneleriyle kaleye girip tahassün ettiği ve ahaliye salgun saldığı haberi vardı. Bundan iki yıl sonra, Yemen muhafazasından kaçıp Divriği’ye gelen ehl-i fesattan İlyas zorla kaleye girmiş; bir evi basıp ne var ne yok yağmalamıştı. 1615’te ise hisar erleri gece gündüz kaledeki muhafaza hizmetini ifa ederlerken İstanbul’dan gelip “Biz cebeci, topçu ve sipahiyiz, ulufemizi hazineye koyduk!” diyen zorbalar kale timarını gasp etmişlerdi”(4)
1649’da Divriği’yi ziyaret eden Evliya Çelebi, kasabanın “Celâlî ve Cemâlîlerin tasallutundan” kurtulamadığını; bu sebeple kalede yeterince asker ve cephane bulundurulduğunu yazar. Bayram günleri ateşlenen şâhi topların gümbürtüler kopartırmış. Evliyâ, burç ve baruları metin ve ranâ kalenin hiçbir şekilde, hatta lağım kazılarak dahi alınamayacağını; Çaltı’ya inen 2 bin kesme taş basamaklı, inişli çıkışlı suyolunu, yağmur suyu sarnıçlarını, buğday ambarları ve cephanelikleri, toprak damlı 300 kadar evi “Şeyh Beşir Efendi ziyaretgâhı”nı, batıya açılan demir kapıyı; aşağıda da bir cirit meydanının bulunduğunu açıklar.
Kalede yaşamanın, bir zamanlar “Kalede ev alınmaz meğerki miras kala!” dedirtecek bir ayrıcalık bir olduğu; kışı kaledeki asırlık evlerinde geçirenlerin, yazın bağ evlerine göçtükleri eski yaşlılarını anılarıydı. Bu özel konumu sarsan ilk olgu, 1830’a doğru, iç bölge kalelerinde dizdarlığın ve kale örgütlerinin kaldırılması olmuş. Önce, evleri kalede olan dizdar ve diğer görevliler taşınmışlar. Onları, birer ikişer diğer aileler izlemiş. Kimi aileliler daha bir iki kuşak, ata yadigârı evlerini terk etmemişler.Onlar da 1880lerde toprak damlı kerpiç evlerinin kapılarını, merteklerini söküp aşağıya taşınmışlar. Mengücek Kalesi o günden beri baykuşların, sürüngenlerin yurdudur
150 yıldan beri terk edilmiş ve harap durumdaki Kale Camii çok özgün ve tek eser durumunaydı; özenle onarılması gerekiyordu. Öyle yapılmadı, 2007- 2008 kışında ivedilikle restore edilerek tanınmayacak hale getirildi. Bugün artık Kale Camiinin yerinde başka bir yapı var. 21. Yüzyılın başındaki “restorasyon” tahribatlarından biri ve kuşkusuz en önemlisi 2008 Divriği’nin yazgısı oldu. 850 yıllık Kale Camii, sözde restore edilirken sıvalarına, dam örtüsüne kadar biçim değiştirdi. Çimentoyla, çinkoyla, Afyon mermeriyle, plastik boyalarla yeni bir üslup giydirildi! Bu sorumsuzluğu ne merkezi ne yerel sorumlular, ne bir üniversite, ne sivil toplum kuruluşları, ne uzmanlarımız önemsedi.
Diğer çağdaş eserler
Divriği Külliyesi ile aynı kent tabanını paylaşan Mengücekli kümbetlerinden ilki, Divriği meliklerinin 2. olan Emir İsfehsalar Seyfeddin Şahin Şah’ın (1171? -1196) kendisi ve soyundan gelenler için yaptırdığı bezemeleri ve Mengücek soyunu tanıtan yazıtıyla dikkati çeken ve Asya kurganlarını anımsatan Sitte Melik Türbesi, kalenin eteğindedir.
. Şahin Şah’ın türbesindeki Arapça uzun başbağı yazıtı, Orhun taşlarındaki yücelemelerden alınmış duygusu uyandırır: “Alp Kutluğ uluğ hümayun Çeboğa Tuğrul Tekin” sanları ailenin Türklüğünü kanıtlar. Bundan sonra: “Süleyman bin İshak bin Mengücek Gazi Emir Mengücek” künyesi ve “Mefhar-ı Âl-i Mengücek” (Mengücekoğulları’nın övüncü) vurgulaması gelmektedir. Mukarnaslı kapı nişinin üzerindeki 2 kitabelikten yukarıdakinde Arapça: “Bu kutlu türbe başkomutan, dinin kılıcı Süleyman oğlu Şahin Şah’ındır”; altındaki taşta da: “Beş yüz doksan iki yılında” ( 1196) yazılıdır. Girişin sağındaki yan cephede insan boyu hizasında bir taşa kazılı Arapça usta imzası “Meragalı(?) Behram oğlu Tutbeg” okunuyordu. Yazık ki 2007/8 restorasyon müdahalelerinde kümbetin yüzeyi raspalanırken bu imza da silinmiş; bir Anadolu Türk kümbeti usta imzasını yitirmiştir. Bununla da kalınmayarak türbe içindeki 15 lahit kaldırılarak yeni 5 lahit yapılmış; kümbet haziresindeki 14. ve 15. yüzyıl aile mezarları da yok edilmiştir.
Şahin Şah’ın hacibi (veziri) Kamereddin’in aynı tarihli ve aynı biçimdeki bakışık kümbetindeki kapı nişinin üzerinde ve nişte görülen 2 kitabelikten üsttekinde yine Arapça: “Yüce soylu büyük emir Hacı Ruzbe’ninm oğlu hacib Kamereddin”; alttakinde de Beşyüz doksan iki yılı Şaban ayının 20. günü (19 Temmuz 1196)” yazılıdır.
Bekirçavuş adıyla bilinen külliye hamamı ile yüzeysel araştırmalarla ortaya çıkacak diğer yapı kalıntılarının da aynı restorasyon projesine ve koruma amaçlı mevzi imar planı ıslahına dahil edilmesi, Divriği Külliyesine çevresel zenginlik kazandıracaktır.
Kentte, bu iki künbet dışında Mengücekler dönemine tarihlenen Nureddin Salih (Hacib Siraceddin Dendar), Hacib Seyyid Ahmed, kümbetleriyle bir sonraki dönemden kalma Araplık ve Ahi Yusuf türbeleri bunlardandır.
Evrensel Kültür Mirası: Ahmed Şah- Turan Melek Külliyesi
UNESCO Kültür Komitesinin 1985’te belirlediği ilk “Dünya Kültür Mirası” listesinde Türkiye’den seçilen 3 varlıktan (diğerleri İstanbul Tarihi Yarımada ve Kapadokya) biri Divriği Ahmed Şah Turan Melek Külliyesi’dir. Dünya genelindeki ilk tescil listesinde bu eser 144. sırada yer almıştır
İspanya’daki Elhamra’dan (14. yy) Hindistan’daki Tac Mahal’e (17. yy) uzayan İslam uygarlıkları eksenindeki en eski ve onlar kadar değerli Divriği Külliyesi, kendi kültürümüzün ve İslam dünyasının şaheseridir. 13. yüzyılda Türk mimarlık- yontu sanatlarında ulaşılan düzeyi temsil eder. Anadolu Selçuklu çağından özgün yapısıyla korunabilmiş tek anıt eseridir.
Divriği Külliyesinin ana yapı durumundaki Cuma Mescidi bölümünü Ahmed Şah’la annesi Fatıma Hatun, Daüşşifa bölümünü de Erzincan Meliki Behram Şah’ın kızı Melike Turan Melek yaptırmışlardır. Darüşşifanın camiye bitişik bir mekânı sonradan türbeye çevrilmiş ve buraya şehitlik denilmiştir. Buranın ayrı kitabesi yoktur. Ahmed Şah’ı, kale ve cami kitabelerden, vakıf kayıtlarından tanınıyor ve Alaeddin Keykubad’ın çağdaşı olduğu öğreniliyor. Büyük sultanla bu küçük melikin arasındaki daki dayanışma ve dostluk, kitabe yorumu ve figüratif simgelere dayanan bir tahmindir.
Divriği’deki Mengücek eseri, Ortadoğu’nun en görkemli mimarlık anıtlarının ilk sırasında, Anadolu’nun aydınlanma çağını simgeler. Benzerini ya da daha sanatlısını, Selçuklu sultanlarının Konya’da Kayseri’de Sivas’ta yaptıramayışları; bu ayrıcalığı, Divriği melikiyle kuzenine bırakış olmaları, yanıtı verilemeyen tarihsel bir olağan dışılıktır.
1228- 1243 arasında yapılan külliye, kentin o dönemdeki yerleşimine göre hakim bir noktada konumlandırılmıştır. Planları, yüksek kabartma nitelikli ve kozmik şemalı, örgeleri aynen yinelenmeyen, derinlikli bezeme tasarımı, biri diğerinden tamamen farklı yüksek ve şaşırtıcı dört taç kapısı, iç mekânlarının hemen hiç bozulmadan zamanımıza kadar korunmuş olması bakımından İslamî ve evrensel tekliği tartışılmazdır.
Mimarlığıyla da tanınan Selçuklu Sultan Alâeddin Keykubad’ın (1219- 1237) plan ve dekorasyon tasarımlarında katkısı olduğu sanılan külliye, dıştan dört kapılı kitlesel görünümdedir. Dönemsel Selçuklu yapılarına benzemeyen asimetrik bir estetik yansıtır. Bölgenin sarımtırak kırmızı hareli bir taşından inşa edilmiştir. 64x32 m boyutlu 2048 m2 ortak temel üzerinde yükselir. İki ana bölümden cami, külliye alanının 5/8’ini (:32x40 m1280 m2); Darüşşifa 3/8’ini (:24x32 m 768m2) kapsar. Caminin taban- tonoz yüksekliği ortalama 9,5 m; içeriden 18 m olan mihrap kubbesinin dış külahı zeminden 25 m yüksekliğindedir. Cami, uzunlamasına 5 sahın olup 16 taş sütuna basan kemerlerle 24 tonozludur. Darüşşifa, kubbe fenerlidir. Dört sütunlu ve yüksek kemerli orta sahın ya da iç avlunun çevresinde eyvan ve hücre taksimatı vardır. Batı ve güney cephesi iki katlıdır.
Külliyenin anıtsal taç kapılarından, caminin kıble (cümle) kapısının yüksekliği 14,5m eni 11,5 m, derinliği 4,5 mdir. Bu büyük hacmin cepheden taşıntılı yüzeyleri ve kapı nişi çoğu örgeleri yontu karakterinde veya yüksek kabartma girift kozmik bezemelerle doludur. Batıya açılan çıkış kapısının yüksekliği 9,5 eni 6 m derinliği 2,6 m.dir. Selçuklu üslubunda ve yüzeysel bezemelidir. 6x4x1,5m ölçüsündeki Taht (doğu) kapısı, yüzeysel yalın bezemelidir. Darüşşifanın batıya bakan taç kapısı Caminin kıble kapısıyla eşit ölçülerde demet sütunlarla derinlik kazandırılmış daha sade ve kolay okunabilir sanatsal yorumlar yansıtır. Yüksek bir eyvan görüntüsü veren kapı nişinde, hayatağacı biçiminde bir denge taşının ikiye ayırdığı üst kat divanhanesinin penceresi vardır.
Caminin batı kapısının yan cephelerindeki mukarnaslı nişlere işlenmiş tek ve çift başlı stilize kuş kabartmalı kartuşlar; Darüşşifa taç kapısının kemer ayaklarında konsollara oturtulmuş yüksek kabartma kadın ve erkek büstleri (yüzleri sonradan kazınmıştır) ayak dilimleri arasındaki iki küçük rölyefse simgesel okumalara açıktır.
Anıt eserin mimarları, yontu, kündekâri ve yazı ustaları olan Hurremşah, Hurşad, Ahmed, İbrahim ve Mehmed’in imzalarına, aynı dönemin diğer Anadolu ve Ortadoğu eserlerinde rastlanmaz.
Caminin taç kapısındaki kabartma çiçekli Arapça yazıda : “Yüce Tanrıya yönelmek için bu Cuma camisinin yapılmasını Süleyman Şah oğlu Ahmed Şah 626 (1228) yılında buyurdu. Sultanlığı sonsuz olsun”;
Daha yukarıda kavsara alınlığında yine Arapça “ Halifenin ortağı büyük sultan Keyhüsrev’in oğlu Keykubad’ın saltanat günlerinde”;
Batıya bakan yan kapıda “ Bu mübarek ve büyük caminin yapılmasını Halifenin yardımcısı Süleyman Şah oğlu Ahmed Şah buyurdu 626 (1228) yılının bir ayında önce temel atıldı”;
İçeride minber korkuluğunda da yine Arapça “Bu kutsal minberin dikilmesini âlim ve âdil melik dünyanın ve dinin keskin kılıcı, Halifenin yardımcısı 638 (1240) yılında buyurdu” okunuyor.
Darüşşifa’nın tackapısındaki Arapça kitabede de: “Bu mübarek darüşşifanın yapılmasını kutlu melik Fahreddin Behram Şah’ın kızı adaletli melike Turan Melek, 626 (1228) yılının bir ayında buyurdu” ibaresi vardır..
Şu halde her iki yapı ortak - bütünleşik bir tasarımın iki ana öğesi olarak aynı zamanda yapılmıştır.
Darüşşifa taçkapısının kemer ayaklarındaki, yüzleri sonradan kazınmış “şah” (?) “melek” (?) büstleri; ayağın dilimleri arasına gizlenmiş daha küçük iki rölyef; caminin çıkış kapısının yanlarındaki mukarnaslı nişlere görülen çift başlı, tek başlı kuş figürleri için önerilen Ahmed Şah-Turan Melek’i benzetmeleri ve kimi halk söylenceleri inandırıcı olmaktan uzaktır.
Bu noktada, külliyenin 2/3’ü Ulucamiyi Ahmed Şah’ın; 1/3’ü Darüşşifa’yı Behram Şah kızı Turan Melek’in yaptırmış olmaları; bu ikili arasında, beş kuşak yukarıda buluşan soy bağı dışında; onları ortak bir külliye yapımına yönlendiren ikinci bir güçlü bağ ya da neden elbette vardı. Yalınkat söylemlere göre karı koca idiler. Çok zengin sultanların göze alabileceği bu iddialı ve çok pahalı projeyi küçük bir kentte yaptırmaya yönelten ilişki ve inanılmaz servet bilinmediği gibi, Erzincan Melikinin kızının Divriği’deki konumu da bilinmiyor.
Turan Melek, Divriği meliki II. Süleyman’ın zevcesi, Ahmed Şah’ın annesi yahut ;Ahmed Şah’ın eşi miydi?.. Ulucami Vakfiyesinde Ahmed Şah’ın annesi Fatıma Hatun’dur. Vakfiyenin yazımında Turan Melek için İslamî bir ad (Fatıma) gerekli görülmüş olabilir mi?... Daha olası durum; Turan Melek babası Behram Şah’ın sağlığında veya ölümünden sonra veya kardeşi Davud’un Erzincan’daki egemenliğinin kapanması üzerine Divriği’ye göçmüş, kişisel servetiyle Ahmed Şah’ın külliye projesine ortak olmuştu?
Keykâvus’un Keykubad’ın, benzerini Konya’da, Kayseri’de, Beyşehri’nde yaptırmadıkları, sanatsallığına olağanüstü ağırlık verilmiş böylesine iddialı bir komplekse, o günkü Divriği’de gereksinim var mıydı? İkinci bir sorudur. Daha başka sorular: Finansman kaynağı ve paylaşımı; külliyenin bütünselliğine karşın iki ayrı vakıf tesisi; yapım işini üstlenen gizemli sanatkârlar; külliyenin ilk bakışta fark edilmeyen bezeme eksikliklerinin nedeni; daha da önemlisi yaptıranların ve yapan sanatkârların, adlarına ve izlerine bir daha rastlanılmayacak biçimde kayboluşlarıdır.
Divriği Külliyesinin taş kartuşlara işlenmiş usta imzaları da yalınlıklarına karşın şaşırtıcı ikilemler yansıtıyor: Bir kez, bu imzalara niçin geleneğe uyularak taçkapılarda yer verilmemiş; iç mekânlarda, gözlerden kaçırılan yüksek noktalar tercih edilmiştir?.. İkincisi sorun, Ulucami’deki “Hurremşah” ile aynı tarihli Darüşşifa’daki “Hurşad” imzalarını bir okumak, iki eseri de Hurremşah savını sürdürmektir. Oysa ad yazımları bir yana iki yapının üslubu da farklıdır.
Ulucami’de mihrap kubbesini taşıyan kemerlerden batıdakinin kilit taşı üstünde “Amel-i Hurremşah bin Mugîs el Hılâtî”( Ahlatlı Mugis’in oğlu Hurremşah yaptı);
Darüşşifa’da ise büyük eyvanın arka kemerinin altındaki iki parçalı kartuşta “Amel-i Hurşâd Ahlatî” (Ahlatlı Hurşâd yaptı) okunuyor.
“Hurremşah” ve “Hurşad” yazımları nettir. Bu iki Farsça bileşik sözcükten “Hurrem” (şen, sevinçli),”Hur-şâd” (mutlu cennet hurisi) anlamındadır.
Divriği külliyesinde bu imzalar dışında: Caminin doğu cephesindeki taht kapısında “Amel-i Ahmed”(?) (Ahmed yaptı); içeride abanoz minberin doğu yüzeyindeki göbek kartuşunda “Amel-i Ahmed bin İbrahim el-Tiflisî” (Tiflisli İbrahim’in oğlu Ahmed yaptı); batı yüzeydeki bir gergi kuşağında, minberdeki kabartma hatları yazan “Kâtip Ahmed”, kıble duvarındaki yazı kuşağında “Ahmed bin Mehmed, minare kaidesindede16 Yüzyıldaki berkitme işinde çalışan “Kâtib İbrahim bin Ahmed” künyeleri okunmaktadır..
Divriği Külliyesini yücelten Ahlatlı, Tiflisli sanatkârlar, gerçi imzalarıyla saptanıyor ve 12. ve 13. yüzyıllarda Anadolu kentlerinde yapılan mimari eserlerin hiçbirinde bu kadar imza da yoktur. Buna karşılık onlardan birinin, ne Anadolu’da ne de Ortadoğu’da, ikinci bir imzalı yapısı yoktur.
Sonuç olarak: Divriği’deki mucizevi şaheseri, sanatsal eşsizliği, gizemleri; kapılarında, kubbe- tonoz örgelerinde, duvar yüzeylerinde “bir anda, beklenmedik bir nedenle iş bırakılmış” izlenimi veren ama bir bakışta fark edilmeyen “yarım kalmış bezemeleriyle” sekiz asırdır korumuş olmak ayrı bir mucizedir.
Buna karşılık, bu kadar narin ama iyi korunmuş şahesere, bilim ve teknoloji çağı 20. Yüzyılda reva görülen kaba müdahaleler, salt teknik açıdan etik açıdan da araştırılacakl asıl sorundur. Külliyenin, bütün zamanların en ağır tahribatını son 50 yılda yaşadığı da inkâr edilemiyor.
Koruma Çalışmaları
Bu sanat âbidesi, eşsizliği ve özgünlüğü ile ne kadar övülürken çevresel düzenlemeyi de hedefleyen, ulusal ve uluslar arası kurulların onayından geçmiş, bir koruma- restorasyon projesinden yoksun bırakıldı. Daha kötüsü, en özensiz ve bilim-teknik dışı operasyonlar 1965- 2008 evresinde yapıldı. Eser, strüktürünü tehlikeye sokan, dekorasyonlarını bozan, taşlarının tuzlanarak akmasına neden olan hoyrat müdahalelere tabi tutuldu. Bezemeleri çimentoyla berkitildi; kamu ve kaçak yapıların çevresini kuşatmasına yıllarca göz yumuldu. (bu kaçak yapılaşma ancak 2012 de kaldırılabilmiştir.) Arkasına, yapıyı zorlayan ve rutubete boğan bir beton galeri bindirildi; içeride ve kapılarda yoğun rutubetin neden olduğu erimeler devam ederken teras örtüsü defalarca değiştirildi; külliyenin oturduğu zeminin çevresinde, temel ve ana duvarları etkileyen, drenaj sistemini iptal eden, görüntüyü bozan ve engelleyen en bayağı duvarları örüldü. Taşınır neyi varsa çalınır gerekçesiyle şuraya buraya götürüldü. Son durumuyla anıt eserin 8 asırlık direnci alarm veriyor.
Uygarlık, mimarlık ve sanat dünyasına bir harika armağan eden Ahmed Şah’ın, Turan Melek’in, Hurremşah’ın, Hurşad’ın, Tiflisli Ahmed’in eserine son elli yılda reva görülenlerin özeti budur.
Külliyenin, bu tahribat sürecinden ivedilikle kurtarılması: a) Ulusal ve evrensel düzeyde kabul görecek; anıt eserin doğal ve tarihsel çevresini oluşturan Kale ile çarşı arasındaki Mengücek başkenti sit alanı bütünselliğini esas alan; b) Ön araştırmalar, kamulaştırma, çevre kirliliğini giderme, arkeolojik çalışmalar, c) Restorasyon ve koruma projelerinin hazırlanması aşamalarını kapsayan yarışmalı bir master plan hazırlanması; d) Bu süreç tamamlanıncaya değin anıt eserle dönemsel-çevresel dokunun geçici korumaya alınması gerekmektedir.
Bu kapsamda bir girişimin Kültür ve Turizm Bakanlığı dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti tarafından gerçekleştirilmesi amacıyla eser sahibi konumundaki Vakıflar Genel Müdürlüğü, plan ve proje hazırlık ve uygulamasını adı geçen bakanlığa devretmiş bulunmaktadır.
Yüzyıllarca iyi korunmuş bir dünya şaheserine, bilim ve teknoloji çağında, onarmak ya da restore etmek düşüncesiyle zarar vermek bir daha yinelenmemelidir. Türkiye genelinde retorasyon ilkelerine aykırı “yenileme” müdahaleleri hızla sıradanlaşırken dönüşümü olanaksız tahribatlar eleştiriliyor. Bunlardan biri 2008 yılında Divriği’de de yaşandı. Anadolu’daki Türk eserlerinin en eskilerinden 850 yıllık Kale Camii sözde restore edildi. Terasından sıvalarına kadar biçim ve malzeme değişikliğine uğratılarak özgün yapısı yok edildi.
Divriği Külliyesi ve çevresi projesi kapsamına, Mengücek Kalesi’nin, külliye hamamının (Bekirçavuş), Bedesten ve kümbetlerin, arkeolojik araştırmalarda ortaya çıkacak diğer eserlerin de dahil edilmesi tarihsel ve ilkesel bir gerekliliktir. Külliyenin kuzey doğusundaki, 1230- 1235 yıllarında Ahmed Şahın yaptırdığı kale, oğlu Melik Salih’in kitabesini taşıyan, Arslanburç (seyir kulesi / ahmedek) bunların başında gelmektedir.
Sivil Mimari ve Evler
Anadolu ev mimarisinin, Mengücekler döneminden beri özgün bir gelişme alanı olan Divriği’de, Halen sivil mimari örneği kabul edilen, en eskileri 200 yıllık 200 dolayında yapı bulunmaktadır. Bunlar, planları, “örtme”, “divanhane”, “toyhane”, “içeri daire” (harem), “dışarı daire” (selamlık” vb. özgün mekânları, içeri daire cephe görüntüleri, ahşap – kerpiç –kireç ağırlıklı malzemeleriyle eski bir geleneğin uzantısı sivil mimari ve konut örnekleridir. Bunlardan, külliye ve diğer Mengücek eserleri çevresindeki, örneğin11181 tarihli Sitti Melik Türbesinin yanı başındaki Edebey evi, Mengücekler dönemi şehir mahalleleri semtinde ayakta kalmış, geleneksel üslubun önemli bir öğesidir. Harap durumdaki bu yapının, karakteristik değeri ve bulunduğu nokta bakımından kurtarılması gerekmektedir. Aynı çevrede Deliosmanağa, Sayigil evleri de öncelikle kurtarılması gerekli eski konutlardır.
Mühürdarzâde, Esad Bey konakları, diğer eski evler, arasta düzenindeki çarşı dokusu; kentin 18. yüzyıl yayılma alanında bulunan türbe, cami, mescit, hamam ve çeşmeler, kenti içinden geçirilen karayolu nedeniyle tahrip edilen Abıçimen deresi taş köprülerinin ve vadinin eski doğallığına kavuşturulması da plana dâhil edilmelidir.
Selamlık dairesinin bir bölümü restore edilen ancak mabeyn ve harem daireleri harap durumdaki 1838 tarihli Ayanağa Konağı, klasik Divriği konutlarının günümüze ulaşmış en büyüğü, planı yönüyle de çok yönlü bütünlük sunanıdır. Sadece selamlık dairesinin bir bölümü kamulaştırılarak Sivas Özel İdaresi’nin sağladığı ödenekle onarılan bu konak, 2 bin m2’lik oturma alanlı ve iki katlıdır. Selamlık, orta daire (mabeyn) ve harem dairesi olmak üzere birbiriyle bağlantılı üç bloktan ve müştemilat ve bahçeden oluşan, tarihsel önemi yanında çok yönlü mimari özelliklere sahip özenli bir sivil mimari örneğidir. İşlemeli tavanları, sanatlı dolap, kapı ve pencereleri, alçı işi tezyinatı ile dikkati çeker. “Ayanlık” olgusunun ender mekânlarındandır. Paylaşımlı mülkiyetli bu büyük yapının, boydan boya cephe verdiği sokaktaki bölüntüleri kamulaştırılarak restore edilmesi, mekânsal ve tarihsel değeri yanında ulusal konut kültürümüz ve ayanlık tarihi açısından da çok önemli bir kazanım; harap bölümlerinin büsbütün yıkılmaya terk edilmesi büyük kayıp olacaktır.
Abdullah Paşa Konağı, 2001 yılında çökmek üzere iken belediyece kamulaştırılmış, rölövesi Çekül Vakfı, Mimar Sinan Üniversitesi Yaz Okulu çalışmaları ve Türkiye Tarihi Evleri Koruma Derneği’nce, restorasyon projesi Prof. Dr. Cengiz Eruzun tarafından, Divriği Sosyal Yardımlaşma Derneğinin sağladığı olanaklarla hazırlatılmış; Koruma Kurulunun onayladığı bu proje Kültür Bakanlığınca 2002 ve 2009 yıllarında ihale edilmiştir. Projesine göre restorasyonu tamamlanmış ancak orijinal tavanları ilk müteahhidi tarafından Divriği’den götürülmüştür.
Bir Cumhuriyet dönemi evi olarak balkonlu ve alınlığına Atatürk resmi konularak i1925te inşa edilen Sancaktar Evi, Sivas Valiliğince sağlanan ödenekle Divriği Belediyesi adına kamulaştırılmıştır. Hareketli bir planı olan bu konut, Dış görünümüyle Cumhuriyet’in getirdiği “asrilik” anlayışını yansıtsa da iç dünyasında, yapı ustasının geleneksel Divriği evlerine özgü plan ve tezyinat anlayışından ödün vermediği görülmektedir.
Bu konut yer aldığı sokağın ve ara sokağın, 1800’lerden 1920’lere uzanan süreçte inşa edilmiş başka önemli yapıları da içerdiği dikkate alınarak semt-sokak boyutunda kurtarma ve restorasyon projesine dahil edilmesi gerekmektedir. Sancaktar Evi ile bakışık 1930larda yapılan Şeyhoğlu Evi, sokak içindeki 19. yy tarihlenen Mühürdarzade evlerinden teki ile karşı cephedeki 1940’larda yapılan Şükrü Akın evi de kamulaştırılan ve restorasyonları yapılan geleneksel evlerdendir.
Eski Hükümet Meydanı’nın bir cephesini tutan Cihannümalı Tevrüzlü evleri ile aynı alana bakan diğer evler ve bu meydana bağlı sokaklardaki evler de semt ölçekli koruma ve projelendirmeye ihtiyaç göstermektedir.
Divriği’nin yüzlerce hatta binlerce yıllık tarihe ve kültüre sahip –başta Tuğut- köylerinde de pek çok eski sivil ve dini yapı bulunmaktadır. Bunların tarihsel, geleneksel, yerel, mimari değerleri söz konusudur. Aynı yapı tarzının topografyaya, farklı dönemlere, sosyal konuma, aile yapılarına göre çok yönlü bir yerleşim ve konut konsepti oluşturmaktadır. Anadolu’nun diğer tarihi kentlerinden hiçbirinde bu düzeyde bir zenginlik yakalanamaz.
Adres : Söğütlüçeşme Cad.Siftah Sok.Kanarya Apt.No:17/2 Kadıköy/İstanbul Tel : 0216 345 12 86 Fax : 0216 345 12 86 Mail : kadikoydivrigi@yahoo.com.tr - ihsancalapverdi@mynet.com - ahmetyozgatli-58@hotmail.com |
|||
2020 Divriği Tabiat Varlıklarını Koruma ve Sosyal Yardımlaşma Derneği. Tüm Hakları Saklıdır. | Powered by yasincanturkeri. |